18 Ekim 2012 Perşembe


ESKİ UYGARLIKLARDA BİLİM
Mezopotamya’da ve Mısır’da Bilim
   İlk uygarlıklar; Dicle-Fırat, Nil ve Pakistan’daki İndus gibi büyük nehir vadilerinde belirmiştir. Bu uygarlıklar, bilimin doğuşu için elverişli sosyal ve ekonomik koşulları taşıyorlardı. Sulama kanalları, tekerlekli araba, gemi ve fırınlanmış seramik eşya yapımı bu uygarlıkların teknik başarılarındandır. Ancak bu işler zamanla kolelere bırakılmış, bu
yüzden ilerleme çok geçmeden duraklamaya dönüşmüştür.İlk uygarlıklar arasında, M.Ö. 3000 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümer uygarlığının parlak bir düzeye ulaştığı görülmektedir. Sümerler, ateşte belli bazı mineralleri bakıra dönüştürebileceklerini, bakır ile kalay alaşımından bronz elde edebileceklerini biliyorlardı.Mısırlılar da Nil boyunda biraz gecikmeli de olsa, aşağı yukarı aynı teknik bilgi düzeyine
erişmişlerdi.Üretilen ihtiyaç maddelerinin alışverişi de belli bir düzene bağlanmıştı. Ürünler tapınaklarda toplanıyor ve oralardan dağıtılıyor, alıp verilen miktarlar unutulmasın diye, fırınladıkları toprak tabletler üzerine bir takım işaretler koyuyorlardı. Bu tür kayıtları giderek geliştirdiler ve 60 tabanlı konumsal bir sayı sistemi ile, daha sonra ideogram (bir sözcüğü veya bir fikri temsil eden grafiksel sembol) biçimine dönüşen bir resim-işaret yazı sistemi ortaya çıktı. Bu gelişim sürecinde zamanla matematik, astronomi, tıp, tarih, mitoloji ve din ile ilgili geniş bir literatür elde ettiler.
Aritmetik işlemlerdeki ilerleme oldukça yüksek bir düzeye ulaşmıştı. M.Ö. 2500 civarında Sümerler çarpım tablosu kullanıyorlardı.
Alan ve hacim hesapları yapıyorlar, dairenin alanı ile silindirin hacmini hesaplamak için pi değeri olarak 3,125 sayısını alıyorlardı. M.Ö. 2000 yılı civarında Sümer devleti ortadan kalktıktan sonra bile dilleri ve yazıları bilimsel çalışmaların araçları olmuştur. Sümerlerin yerini alan Babilliler de matematik ve astronomide büyük ilerlemeler kaydettiler. Aritmetik işlemler dışında, temel bazı geometrik kavramlara da ulaştılar. Sümerlerin tamsayılar için geliştirdikleri sistemi kesirlere de uyguladılar. Karekök-küpkök hesaplama ve ikinci-üçüncü dereceden denklemler içeren problemleri çözme amacıyla tablolar geliştirdiler. Babilliler problemlerini daima somut örnekler yardımıyla ifade ediyorlardı.Yarım bir daire üzerine çizilen ve bir köşesi çapı gören tüm üçgenlerin dik açılı olduğunu ve hatta Pisagor’dan önce, bugün Pisagor Teoremi olarak anılan teoremi biliyorlardı. Öte yandan, çemberin 360 dereceye, bir saatin 60 dakikaya ve 1 dakikanın da 60 saniyeye bölünmesi fikrini de Babillilere borçluyuz.Tüm bunların yanı sıra, Mezopotamya’nın açık ve ışıldayan gökyüzüne bakılarak, gök cisimlerinin hareketleri son derece dikkatli gözlemlerle kaydediliyor ve toplanan bilgiler gelecekteki olguları önceden kestirmeye yarıyordu. Astronominin ilk bilim oluşunun nedeni burada gizlidir. Bu alanda incelemeye konu olan cisimler ve olgular düzenli olup, sürekli gözleme elverişli dönemsel (periyodik) hareketler sergilerler. Bu gözlemler yardımıyla;toprağı işleme, ekim ve hasat gibi mevsime bağlı işler için bir takvim geliştiren Babilliler,zaman ölçümünde hayret edilecek bir incelik ve dakikliğe ulaşmışlardı. Örneğin, yılın uzunluğunu sadece 4,5 dakika gibi küçük bir hata payı ile hesaplayabiliyor, ay tutulmalarını da önceden kestirebiliyorlardı. Öte yandan, Babilliler gök cisimlerini izleyerek astrolojik nitelikte çalışmalar da yapıyorlardı.

Ancak, astroloji gök cisimlerinin, insan yazgısını nasıl
etkilediği hakkında fikir yürütme sanatıdır. Bir bilim olan astronomi ile karıştırılmamalıdır.Mezopotamya’nın komşu uygarlığı olan Mısır Uygarlığı’nda da benzer bilimsel gelişmeler yaşanmıştır. Mısır piramitlerinin karmaşık ve ileri bir teknik gerektirdiği açıktır. Ancak Mısır, hekimlik dışında bilimin hiçbir kolunda Mezopotamya’da ulaşılan düzeye ulaşamamıştır. M.O. 1700 yıllarından kalma tıbbi bir metinde, baş ve göğüs yaralanmaları üzerinde durulmaktadır. Hekimlik uygulaması günümüzdeki uygulamalara (teşhis-tedavi) şaşırtıcı bir biçimde benzemektedir. Ancak, günümüze kalan kaynaklardan, bu uygulamanın reçete bazında olduğu ve hastalıkların ayrıntılı biçimlerine yer verilmediği gözükmektedir.Mısır matematiği ise pratik problem çözme (basit paylaşım hesapları ve bazı geometrik nesnelerin alanları/hacimleri) dışında ve empirik olmaktan öte hiçbir teorik nitelik taşımamaktadır. Üstelik, Mısır sayı sistemi Babil sayı sisteminden daha kaba ve hesaplamalar daha karmaşıktır. Ayrıca, Mezopotamya’da ulaşılan gök bilgisine Mısır’da rastlanmamaktadır. Mısır, hekimlikte olduğu gibi, matematik ve astronomide de başlangıçta sağladığı gelişmeyi sürdürememiştir. Günün 24 saate ayrılması dışında, Mısır’dan günümüze bu alanda bir şey kaldığı söylenemez.Mezopotamya’da yaşamış medeniyetlerden günümüze, Mısır’dan kalandan çok daha fazla
yazılı belge kalmıştır. Bunun nedeni, Mısırlıların, yazılarını papirusler üzerine yazmış olmalarıdır. Papirusun ömrü ise ortalama 300 yıldır. Mezopotamyalılar ise yazı aracı olarak kil tabletleri kullanmışlardır. Pişirilen ya da güneşte iyice kurutulan bir kil tabletin ömrü, sonsuz denecek kadar uzundur. Yapılan kazılarda yarım milyondan fazla tablet
bulunmuştur. Bu tabletlerin önemli bir kısmı İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir. Diğerleri de dünyanın çeşitli müzelerindedir.
Bu bölgede yaşamış medeniyetlerin matematiği hakkında bilgilerimiz bu tabletlerden gelmektedir.Öte yandan, gerek Mezopotamya’da, gerek Mısır’da sağlanan tüm bilgi ve beceriler yaşamın pratik ihtiyaçlarına dönüktür ve teknik anlamda olmuştur, teorik nitelikte sorulara yönelme (kavramsallık) gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla, “değişken” ve “genellik” kavramları yoktur. Teoriye yöneliş ve soyut kavramların ortaya çıkışı Antik Yunanlılar döneminde (M.Ö. 1000 civarı) başlar. Gerçek anlamda bilim, gözlemlerimizi açıklama ve evreni anlama ihtiyacının belirdiği
noktada başlar. Bu tip bir entelektüel ilginin izine, ne Mısır’da ne de Mezopotamya’da rastlanır. Bu iki uygarlığın beklenen gelişmeyi gösterememesinin bir nedeni de; el becerileriyle, yönetici (elit) sınıfın uğraşıları arasında bir ilişki veya etkileşimin kurulmamış olmasıdır. El sanatı ve tekniği ile zihinsel aktivitelerin birleşmediği yerde elde edilen
sonuçlar genellikle durağan olmuştur, ilerleme göstermemiştir. M.Ö. 1100 zamanından kalma ve bir babanın, oğluna verdiği öğüdün kaydını taşıyan bir papirus bu ayrılığı çok iyi belgelemektedir: “Yazı yazmayı iyi öğren ki, kendini ağır bedensel işlerden kurtarmış olasın ve ünlü
yöneticiler katına yükselesin. Yazmasını bilen, kaba ve sıradan işler görmez; emir verir, yönetir.” Bu gelenek, eski kültürlerin etkisini sürdürdüğü yerlerde bugün bile kaybolmuş değildir.
        Antik Yunan’da Bilim
   Eski uygarlıkların bilimde ulaştıkları düzey, doğayı incelemedeki yaklaşımlarına bağlı kalmıştır. Mısır’da ve Babil’de rastlanan empirik ve uygulamaya yönelik yaklaşımların sonuçları ile, Antik Yunanlıların salt bilgiye yönelik, spekulatif (zihnen tartıcı, teorik) yaklaşımlarının sonuçları çok farklı olmuştur. Babil’deki astronomik gözlemler onların sadece o zamandaki ihtiyaclarına yönelikti, bu gözlem verilerini açıklama ihtiyacı ve tutkusu hicbir zaman yeterince uyanmadı. Oysa evreni anlama
ihtiyacı Antik Yunan düşüncesinin en belirgin özelliğidir. Öte yandan, Antik Yunan’da doğayı anlamaya çalışan kişilerin uğraşıları da teknik ve günlük faydaya yönelik değildi, bir anlamda felsefi idi. Bazen gözlemlerle ters düşen düşünceler de üretiyorlardı. Onlar doğayı denetim altına almayı değil, sadece anlamak istiyorlardı. Gerçi Antik Yunanlıların Mısır’da ve Mezopotamya’da gelişen teknik becerilerle, matematik, astronomi ve tıp alanlarında elde edilen bilgilerden yararlanmadıkları söylenemez. Ne var ki, onlar bu bilgileri kendi anlayış ölçüleri içinde değiştirmekten, ya da bunlara yeni anlamlar yüklemekten geri kalmamışlardır. Antik Yunan bilimi İyonya’da doğmuştur. Hakkında bilgi sahibi olduğumuz ilk bilginleri Thales’tir. M.Ö. 6. Yüzyılın başlarında hareketli bir ticaret merkezi olan Milet’te (Aydın ilimizde yer alan eski bir liman şehri) yetişmiştir. Thales geleneği, mitolojik düşünceden (sözlü ve
yazılı efsanelerden, masallardan) akılcı düşünceye geçişi temsil eder. Thales, düşüncelerini öğrencileri yoluyla yaymıştır, herhangi bir yazılı metin bırakmamıştır. Thales matematik,astronomi ve doğa felsefesi ile uğraşan büyük bir bilge idi. Mısır gezisinden geometri öğrenerek döndüğü ve ikizkenar üçgenlere ilişkin birkaç temel teoremi ortaya koyduğu söylenir.
Daha da önemlisi, bilimsel nitelikteki ilk görüşü olan, “Evrenin, sudan meydana geldiği hipotezi” dir. Thales’e göre, “Evreni anlamak, onun yapısal niteliğini anlamayı gerektirir. Bu ise maddeden başka bir şey değildir.Thales’in bu görüşü materyalist (maddeci) felsefeyi başlatmıştır. Thales ve onu izleyenler, evrenin yapısal niteliğinin basit bir madde olduğunu ve bu basit maddenin değişik biçimlere dönüşmesiyle evrenin karmaşık bir yapı niteliği kazandığını ifade etmişlerdir. Ancak, bu değişim türlerinin nasıl olduğunu tam olarak ayırt
etmemişlerdir. Ancak, Thales’in evren hakkındaki bu görüşleri “uzay” kavramının ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Thales’in iki yönde açtığı çığır oldukça önemlidir:
· Geometriye ispat fikrini getirmesiyle, matematiksel düşünce empirik işlemlerin sınırlayıcı kayıtlarından kurtulmuştur.
· Evrendeki tüm nesneleri bir tek maddeye indirgeyerek; evrende olup bitenlerin, “evrensel bir ilkeye bağlı kalınarak açıklanması gerektiği” düşüncesini ortaya koymuştur.Thales’in evrensel ilke olarak suyu seçmesinin gercek nedeni bilinmemekle birlikte, Thales’i izleyen Anaximander’in görüşüne gore, “Evrenin temel maddesi sınırsız ve sonsuz, bitmeyen, değişmeyen, görünmeyen (şeffaf, saydam) ve aslında pek de maddesel olmayan bir ana nesnedir. Tüm nesneler bu ana nesneden (aperion) değişik özellik ve nitelikler seçerek oluşur.”Anaximander, gök cisimlerinin kökeni ile ilgili bir teori de ortaya atmıştır. Bu teoriye göre; Güneş, Ay ve yıldızlar ateş halkasının daha küçük halkalara ayrılmasıyla meydana gelmiştir. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra, İyonya bilginleri yerküreyi, etrafında dönen tüm evrene aynı uzaklıkta, hiçbir yöne doğrulma nedeni olmayan, kısa bir silindir olarak tasavvur etmişlerdir.Böylelikle, yerkürenin hareketsiz ve evrenin doğal merkezi olduğu düşüncesi ortaya çıkmıştır.
M.Ö. 550’den sonra Yunanlılar, Pers ordularına karşı savaştıklarından, İyonya’da başlayan bilimsel çalışmalarda bir ilerleme olmamıştır. Bilim insanlarından bazıları ve bu arada Pythagoras (Pisagor), Ege’den ayrılıp Güney İtalya’daki Yunan kolonisine yerleştiler. Pisagor, mistik veya yarı dinsel bir nitelik taşıyan, ünlü kardeşlik derneğini şimdi Calabria olarak bilinen yerde (İtalya’nın güneyinde bir bölge) kurdu (M.Ö. 530). Pisagorcuların bir özelliği, matematik için, “mathema” sözcüğünü ilk kez kullanan kişiler olmalarıdır. “Mathema” kelimesinin anlamı, “öğrenilmesi gereken şey”, yani, “bilgi” dir. Pisagor’dan önceki yıllarda “matematik” kelimesi yerine, “yer ölçümü” anlamına gelen, “geometri” ya da eski dillerde ona eşdeğer olan sözcükler kullanılıyordu.Thales ve onu izleyenlerin başlattıkları gelenek materyalist idi. Güney İtalya’da ve Sicilya’da Pisagor’la başlayan gelenek ise materyalist değil rasyonalist idi. Pisagorculara göre, evreni oluşturan temel maddeden ziyade, varlık ve değişmenin gerçek niteliği gibi çetin ve karmaşık sorular önemliydi. Pisagorcular öğretilerini oldukça gizli tuttuklarından görüşlerinin ayrıntıları pek bilinmez. Bununla birlikte, sayıları evreni anlamanın anahtarı olarak değerlendirmişler ve matematiğe büyük önem vermişlerdir. Sayılar Teorisi üzerindeki çalışmaları, tüm doğal sayıların 1 den elde edilebileceğini gösteriyordu ve bu nedenle evreni 1 sayısı ile özdeş görüyorlardı. 1 sayısını bir nokta, 2 sayısını bir doğru parcası, 3 sayısını bir üçgen, 4 sayısını bir piramit olarak ele almışlardı. Öte yandan, çalgı aletlerinin tel uzunlukları ile, çıkan sesler arasında bazı sayısal oranlardan söz ediyorlardı. Pisagor ve ekolunun bu öğretileri daha sonraki çağlarda, “evreni matematiksel yasaların yönettiği” biçiminde yorumlanmıştır. Pisagor, materyalist felsefede yer alan su, hava gibi somut nesnelerin yerine sayıları kullanmıştır.
Pisagorcuların, evreni matematiğe indirgemesi sonucunda iki farklı yön ortaya çıkmaktadır:
1) Bugünkü anlamda matematiksel fizik çalışmasına girmektir, yani gözlem ve deney sonuçlarını yorumlarken ve genellerken matematiği kullanmaktır.
2) Matematiksel sezgiyi kendi başına yeterli görmek ve dünyayı anlamada gözlemleri önemsiz saymaktır.
Pisagorcular ikinci yönü tutmuşlar ve bu tutum, doğanın incelenmesinde onlar icin son derece talihsiz olmuştur. Öte yandan, Pisagorcular çok geçmeden, matematiksel görüşlerinde bazı çelişkiler olduğunu fark ettiler. Örneğin, Pisagor Teoremi’ne göre, dik kenar uzunlukları 1 birim olan bir ikizkenar dik üçgenin hipotenus uzunluğu √2 ye eşitti,
ancak bu sayının bir doğal sayı olmadığını fark etmekte gecikmediler. Beklemedikleri bu buluş onları çıkmaza sokmuştu. Doğal sayılar evrenin yapıtaşları ise bu tip sayılarla ifade edilemeyen bir uzunluk nasıl olabilirdi? Bir sır olarak tuttukları bu ikilemi, biri matematiksel diğeri de fiziksel olmak üzere iki yoldan çözmeye çalıştılar. Matematiksel çözümde aritmetiği bırakıp geometriden yararlandılar. Doğal sayı ile gösterilemeyen bir hipotenüs, bir doğru parçası olarak belli bir uzunluğa sahipti. Fiziksel çözümde ise evrenin yapısında atomsal birimler yerine bunların özellik veya nitelikleri ön plana alındı. Thales’in materyalist ve Pisagor’un rasyonalist görüşlerinin karşılıklı eleştiri ve etkileşimi,
evren üzerinde daha belirgin teorilerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bunlardan biri Empedocles’in “nicel (kantitatif) dünya görüşü, diğeri de Demokritos (Democritus)’un “atomsal evren görüşü” dür.Empedocles’a göre tüm varlıklar, dört elementin (ateş, hava, su, toprak) kantitatif (nicel) olarak değişik oranlarda birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu görüşe göre sevgi elementlerin birleşmesini, nefret ise ayrılmasını sağlar. Üstünlük sevgidedir fakat hareket ve değişiklik için nefrete ihtiyaç vardır. Bu iki kuvvetin çarpışmasından evrendeki varlıklar ortaya çıkmıştır. Yine bu görüşe göre; Ay, ışığını Güneş’ten alır. Hem Güneş, hem de Ay,Dünya’nın çevresinde dönerler ve evren yumurta biçimindedir. Demokritos’un teorisi ise günümüzdeki atom fiziğinin ilk habercisidir. Demokritos’un,Miletli Leucippus ile birlikte tasarladığı atomsal evren görüşüne göre, evrendeki her şey fiziksel olarak parçalanamayan atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar sonsuz sayıdadır ve sonsuz bir boşlukta yer alırlar, sürekli hareket halindedirler. Bu atomlar sonradan meydana gelmemişlerdir, yani ezelden beri hep vardırlar ve yok edilemezler. Benzer olan atomların bir araya gelmesi daha kolaydır. Hatta ruh ve zeka da maddesel parçacıkların mekanik birleşiminden doğmuştur. Evreni değişik yönlerden açıklama çabaları M.Ö. 400’e kadar sürmüştür. Bu tarihten itibaren doğa felsefesi tepki görmeye başlamış ve gözler evrenden insana doğru çevrilmiştir. Öte yandan, M.Ö. 5. Yüzyılda Yunan dünyasının sanat, edebiyat ve politika merkezi olan Atina’da felsefe ve doğa bilimi adına önemli bir gelişme görülmez. O zamana kadar çıkan büyük filozofların hiçbiri Atinalı değildi. Ancak, Atina’da parlak bir döneme giren demokratik yönetim serbest düşünme ve tartışmaya olanak tanıdığından, Atina pek çok düşünür, matematikçi ve bilgenin uğrak yeri olmuştur. Hatta Pisagorcu Kardeşlik Derneği’nin üyelerinin birçoğu gelip buraya yerleştiler. Geçimlerini bilgi öğretmekle sağlayan bu göçmen düşünürlere, “sofistadı verilmişti. Sofistler gerceği aramaktan çok,tartışmada üstünlük kazanma sanatına eğilmişlerdir. Ancak, gerçeği aramayı amaçlayan katıksız bilim ve felsefe açısından, sofistlerin sergilediği beceri hiç de övgüye layık sayılmamıştır.
Sofistlerin bu tutumu karşısında rahatsızlık duyan Atinalıların başında, tüm yaşamını gerçeği aramaya adamış Sokrates geliyordu.
Sokrates de tartışmayı seviyordu ancak, doğru sonuca götüren tartışmalarla ilgileniyordu. Sokrates’in bu davranışı, mantıksal tartışmanın matematik haricindeki disiplinlerde de gelişmesine büyük katkı sağlamıştır. Sokrates doğa ile değil, genellikle insan sorunları ile uğraşmıştır. Doğruluk, iyilik, adalet, erdem gibi soyut kavramların gerçek anlamlarını saptamaya çalışmış ve bunları soru-cevap yöntemi ile tartışmaya açmıştır. Sokrates’in en seçkin ve ünlü öğrencisi Platon (Eflatun)’un diyaloglarında rastlanan bu tartışmalar insanlığın zihin eğitiminde çok etkili rol oynayan eşsiz felsefe metinleridir.Sokrates’in felsefesi, ahlâk felsefesidir. Bu nedenle, doğa felsefesine karşı çıkmıştır ve bu noktada filozoflar ikiye ayrılmışlardır: Bir yanda, dış dünyayı anlamaya çalışanlar; diğer yanda ise insanı iç ve dış dünyası ile ilişkileri içerisinde ele alanlar. Batı dünyasındaki ilk yükseköğretim kurumu olarak kabul edilen ve Platon tarafından kurulan Atina Akademisi ile Aristoteles’in kurmuş olduğu Lyceum bu iki geleneğin güçlü kaynakları olmuştur. Sokrates, düşüncelerini bir sistem haline getirmemiş ve yazılı bir metin bırakmamıştır. Ancak, öğrencisi olan Platon bu düşünceleri Parmenides ve Pisagor gelenekleri ile birleştirmiş ve insanlık düşünce tarihinde çok önemli bir yer tutan bir felsefe sistemi ortaya koymuştur. Platon, kurmuş olduğu Atina Akademisi’nin kapısına, Buraya matematik bilmeyen giremez” diye yazdırmıştır. Platon’a göre evren, idealar dünyası (idealar âlemi) ve olgular dünyası (olgular âlemi) olmak üzere ikiye ayrılır. İdealar dünyası soyut fikirlerin veya formların barındığı, yetkin, sürekli, değişmeyen ve asıl gerçekliği oluşturan dünyadır. Olgular dünyası ise idealar dünyasının üstünkörü bir kopyasıdır.
Olgular dünyasında her şey geçici, kusurlu ve aldatıcıdır.  Duyularımıza gerçek gibi görünen olgular aslında birer illüzyondur.
Platon’a göre; duyularımıza değil, aklımıza güvenmemiz gerekir ve sadece eğitilmiş bir akıl bizi doğruya, idealar dünyasına götürebilir.Bu eğitimin en etkili aracı ise matematik olmuştur çünkü matematiksel nesneler (üçgen, daire, vb) esasen soyut kavramlardır.Platon’a göre matematik esasen,  kağıt üzerine çizilen şekillerle değil soyut kavramlarla düşündüğü içindir ki, gerçeğe ulaşma olanağını elinde tutar. Platon matematiğe olan inancıyla birlikte, mistisizm (manevi-ruhsal deneyimler) yönünü de Pisagor’dan almıştır.Demokritos’un atomcu-materyalist görüşüne karşı çıkmıştır. Platon duyuları, olguları ve gözlemleri değersiz saymıştır.Bununla birlikte, Platon’un öğrencilerinden bazıları onun önerdiği yoldan gitmemişlerdir. Örneğin,Eudoxus (M.O. 409-356) gökyüzü incelemelerini gözleme bağlı kalarak yürütmeyi tercih etmiş ve astronomide ilk bilimsel teoriyi ortaya koymuştur. Ancak, Eudoxus’un teorisi dünyayı merkeze alır. Dünyayı merkez olmaktan çıkaran sistemi, Polonyalı astronom Kopernik (Nicolaus Copernicus; 1473-1543) ortaya koymuştur. Kopernik’e göre dünya ve gezegenler, Güneş’in etrafında dönerler. M.Ö.384-322 yıllarında yaşayan Makedonyalı Aristoteles ise bir yanı ile mistik Platon’a, bir yanı ile de atomcu-materyalist Demokritos’a tepki göstermiştir. Aristoteles on sekiz yaşındayken Atina’ya gelmiş, Platon’un ölümüne (M.Ö. 347) kadar Atina Akademisi’nde matematik ve felsefe öğrenimi görmüştür. Daha sonra Atina’da, ünlü Lyceum’u kurmuştur. Doğa felsefesi ile birlikte deniz biyolojisi, mantık, ahlak, politika, edebiyat eleştirisi ile de ilgilenmiştir. Evrenin fiziği ile ilgili teori ve fikirleri Galileo’ya kadar,“değişmez doğrular” olarak kabul edilmiştir. Ancak Aristoteles matematiğin fizikteki rolünü görmezden gelmiştir. Aristoteles’in en sık kullandığı yöntem, “sınıflama” olmuştur ve tüm evreni açıklamaya yönelik kapalı ve birleşik bir sistem (teori) ortaya koymuştur.
Helenistik Dönemde Bilim
    M.Ö. 336 -323 yılları arasında Makedonya Kralı Büyük İskender (III.Aleksandros ya da Makedonyalı İskender)’in fetihleriyle birlikte,Yunan kültürü Atina dışında kurulan yeni merkezlere taşınmış ve bilimsel gelişmelerde yeni bir dönem başlamıştır. M.Ö. 334’te Küçük Asya (Anadolu)’ya geçen İskender, kısa sürede Hindistan’a kadar olan bölgeyi işgal etmiş ve çok geçmeden Yunan kültürü bu bölgedeki kentleri etkisi altına almıştır. Yunan dili ortak dil haline gelmiştir. Nil’in Akdeniz’e döküldüğü yerde İskenderiye kenti kurulmuştur. Yunan düşüncesi İskender seferleri sırasında Mısır ve Mezopotamya kültürleri ile karşılaştı.
İskender’in yanına aldığı bilim insanları gittikleri bölgeleri incelediler. Elde ettikleri bilgiler Yunanlıların bilimsel yaklaşımlarında köklü değişiklikler meydana getirdi. Bu yeni dönem, Helenistik Dönem (Helenistik Çağ) olarak adlandırılır (Bu dönem, Antik Yunan Uygarlığı ile Roma Uygarlığı arasında bir geçiş dönemi olarak görülür. Dönemin başlangıcı çoğu kez
Büyük İskender'in ölüm tarihi olan M.Ö. 323 olarak alınır. Dönemin sonu ise Yunanistan Yarımadası'nın Roma Cumhuriyeti tarafından işgal edildiği M.Ö. 146 olarak kabul edilir).Helenistik Dönem’de, önceleri metafizik nitelik taşıyan spekülatif  Yunan biliminden, gözlemsel
incelemeye dayanan empirik Yunan bilimine geçildi. Bununla, Aristoteles ve öncesi dönemin bilimsel çalışmaları inkâr edilmiş olmaz ancak, Yunan düşüncesinin gerçek anlamda bilimsel nitelik kazanması bu yeni dönemde gerçekleşmiştir denebilir. İskender, Mezopotamya’ya girdikten sonra Yunanlılar, Babil astronomi ve matematiğini tüm ayrıntılarıyla öğrendiler. Kendi sistemlerini bırakıp 60 tabanlı sayı sistemini kabul ettiler. İskender’in ölümünden (M.Ö. 323) sonra imparatorluğu bölündü.
Generallerinden biri olan Ptolemy, Mısır’ın yönetimini ele aldı ve Aristoteles’in Lyceum’undan esinlenerek burada İskenderiye Müzesi’ni kurdu. Bu müzede kütüphane, hayvanat ve bitki bahçeleri, gözetleme
evi  ve diseksiyon (herhangi bir organizmayı incelemek icin organları kesip bakma) odaları vardı. Bu müze, büyük bilimsel calışmalara sahne olmuş fakat sadece 600 yıl ayakta kalabilmiştir. Müze kütüphanesinin bir bölümü M.S. 390 yılında, kalan kısmı da M.S. 640 yılında yok edilmiştir. Yıkılan kütüphanenin yerine, 2002 yılında Yeni İskenderiye Kütüphanesi inşa edilmiştir. Öte yandan, Helenistik Dönem’de İskenderiye dışında başka bilim merkezleri de dikkat çekmektedir. Ünlü hekim Galen (Galenos; M.S. 129-200)’in yetiştiği ve hayvan derisinden parşomen kağıdının (Üzerine yazı yazmak veya resim yapmak için kullanılan özel
hazırlanmış hayvan derisi) yapıldığı Pergamon (bugünkü Bergama) bunlardan biridir. Galen’in, anatomi ve ilaç (eczacılık) konusunda önemli çalışmaları vardır. Bir diğer bilim merkezi de, Archimedes’in (M.Ö. 287-212) yaşadığı, Akdeniz ortasında bulunan Sicilya Adası’nın güneydoğusunda yer alan Sirakuza kentidir. İskenderiye Müzesi’nde görevli, Yunan kökenli öğretim elemanlarından biri de Öklid
(Euclid; M.O. 330-275) idi. Thales’in ve Pisagor’un geometriye ispat yöntemini getirmelerinden sonra bu tip matematiksel yöntemler Öklid ile en yüksek aşamasına ulaşmıştır. Öklid, doğruluğunu kabul ettiği birkaç önermeden (aksiyomlardan) yola çıkarak birtakım teoremleri mantıksal yollardan ispatlamıştır. Geometriyi ispat ve aksiyomlara dayalı bir dizge olarak işleyen 13 ciltlik kitabı Elemanlar bu alandaki ilk
kapsamlı  çalışmadır. Öklid’in bu yapıtı dünyanın pek çok diline çevrilmiş ve 19. Yüzyılın ortalarına kadar önemli bir başvuru kaynağı olarak kullanılmıştır.
Geliştirdiği bu aksiyomatik (belitsel) sistem, deduktif (tümdengelimci) düşünme yönteminin (bütüne bakarak daha alt olgular hakkında çıkarsamalar yapma) uzun yıllar boyunca model aldığı bir
sistem olmuştur. Öklid’in anı zamanda optik üzerine de çalışmaları vardır. Yansıma yasalarını ilk ortaya koyan Öklid olmuştur.
Öklid’den sonra matematikte en büyük gelişmeyi Pergeli Apollonius (M.Ö. 262-190) İskenderiye’de sağlamıştır. Öklid ve daha önceki matematikçilerin eğriler (konik kesitler) üzerinde başlatmış oldukları çalışmaları Apollonius çok daha ileri götürür ve tüm eğrilerin, tek bir koninin kesitlerinden ibaret olduğunu gösterir. Parabol, hiperbol ve elips gibi terimler ona aittir. Konikler aracılığıyla, ikinci dereceden iki değişkenli denklemlere ilişkin bir çözüm bulmuştur. Helenistik Dönem’de bir diğer gelişme mühendislik alanında yaşanmıştır. Özellikle İskenderiye’de bir takım pratik icatlar ortaya konulmuştur. Filo ve Hero gibi mühendisler;
askeri amaçlı araçlar, bilimsel çalışmalarda kullanılma amaçlı aygıtlar (su saati, bir aracın kat ettiği mesafeyi ölçmeye yarayan hodometre, arazi ölçümünde kullanılan ilkel teodolit) ve mekanik oyuncaklar icat etmişlerdir. Ancak, bu tip pratik çalışmaların kendiliğinden bilime yol açtığını söylemek doğru olmaz.Bugünkü anlamda bilimin ortaya çıkması için, gözlem ile mantıksal çıkarımın birleşmesine ihtiyaç vardı. Bu birleşimi bir ölçüde gerçekleştiren ilk bilim insanı Siraküzlü Archimedes (M.Ö. 287-212) olmuştur. Matematiği deneysel calışmalara uygulamıştır. Çözümünü aradığı problemi doğru bir biçimde sınırlandırmış, gerekli ilk incelemelerden sonra, matematiksel çözümlemeye elverişli hipotezler ortaya koymuş ve hipotezlerini yeni gözlem ve deneylerle test etmiştir.
Cisimlerin doğal yoğunluğu ile, kendi adıyla bilinen Archimedes İlkesi (Cisimlerin Yüzme İlkesi) önemli çalışmaları arasındadır.
Archimedes İlkesi’ne gore; “Suda yuzen bir cismin ağırlığı,taşırdığı suyun ağırlığına eşittir. Suda batan bir cisim ise ağırlığından, taşırdığı suyun ağırlığı kadar kaybeder.” Ayrıca, Kaldıraç İlkesi’ni teorik yönden temellendirmiştir. Archimedes aynı zamanda geometri ile de yakından ilgilenmiştir. Giderek artan sayıda kenarlı çokgenler kullanarak; dairenin çevresinin, dairenin çapına olan oranını veren pi sayısını yaklaşık olarak hesaplamıştır. Archimedes üstün bir matematikçi ve becerikli bir teknisyendi. İcat ettiği savaş araçları sayesinde, Sirakuz’u kuşatan Romalılar üç yıl boyunca bu kenti işgal edememişlerdir. Kent sonunda işgale uğradığında, bir matematik problemine o kadar dalmıştı ki kendini öldürmeye gelen askeri ne yazık ki fark edemedi. İskenderiye ekolüne geri dönecek olursak, bu ekolün son bilginlerinden biri Batlamyus olup, Almagest adında bir tür astronomi ansiklopedisi yazmıştır. Bu kitap, Kopernik’e ve Kepler’e kadar kaynak olma niteliğini korumuştur. Batlamyus aynı zamanda ünlü bir coğrafyacı ve haritacıdır. Son olarak, İskenderiye’de gelişme olanağı bulan simyadan bahsetmekte yarar var. Simya başlangıçtan itibaren felsefe ve astroloji ile yakın ilişkiler içerisinde gelişmiştir. Simyada, gök cisimleri belli niteliklerle değerlendiriliyordu. Örneğin Güneş, altını; Ay, gümüşü; Venüs, bakırı; en uzak ve en soğuk olan Satürn ise ağır ve mat bir metal olan kurşunu temsil ediyordu. Simyagerlere göre doğa canlı olup daha iyiye doğru gelişmekte idi. Dolayısıyla önemli olan madde değil, maddenin özellikleriydi. O halde metaller de daha iyiye doğru gelişmeli ve ideal hedefleri, “altın olmak” olmalıydı. Simyagerler bu amaçla çeşitli metallerden alaşım oluşturur, daha sonra bu alaşıma biraz altın ilave ederek altına bezer bir metal elde ederlerdi. İşin ilginç tarafı, bu yolla taklit altın elde ediliyordu ve bunun bir ticaret piyasası oluşmuştu.
Simyanın her ne kadar düzmece bir bilim olduğu sonradan anlaşılsa da kimya biliminin gelişmesine az da olsa katkı sağladığı söylenebilir.
Helenistik Dönem Bilimler ve Bilimadamları
- Matematik : Euklides – Apollonius
- Astronomi : Aristarkhos
- Fizik : Archimedes
- Coğrafya : Eratosthenes
- Biyoloji ve Tıp : Teofrastos – Herophilos – Erasistratos.
- Teknoloji : Ctesibios – Heron - Philon
               Romalılarda Bilim
    Roma İmparatorluğu; Roma Cumhuriyeti'nin, Augustus liderliğinde M.O. 1. yuzyılda yeniden örgütlenmesiyle kurulan Antik Roma Devleti’dir. Uzun yıllar Akdeniz çevresinde hüküm süren Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçü (M.S. 350) ile başlayan karışıklıklardan sonra M.S. 395 tarihinde, Doğu Roma İmparatorluğu ve Batı Roma İmparatorluğu olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Batı Roma İmparatorluğu, Kavimler Göcü'nde Avrupa'ya gelen kuzey kavimlerinin saldırıları sonunda M.S. 476 yılında yıkılmış, Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans İmparatorluğu) ise varlığını, 1453'te Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethine kadar sürdürmüştür.
Antik Çağ’da özgün düşünce genellikle Yunanlıların tekelinde iken; askerlik, devlet yönetimi ve hukukta üstün yetenekler gösteren Romalıların, yaratıcı düşünce alanında beklenen başarıyı gösterdikleri söylenemez. Nitekim Roma’nın en parlak döneminde, ünlü Cicero (M.O. 106-M.S. 43) şöyle demiştir: “Yunan matematikçileri kuramsal (teorik)
geometride daima ilerideler. Biz ise hesaplama ve ölçmeden öteye geçemiyoruz.” Romalılar bilim ve felsefe gibi, sanat ve hekimliği de Yunanlılardan almışlardır. Bilime verdikleri değer; bilimin tıp, tarım, mühendislik ve mimarlık alanlarındaki pratik yararından ileri geliyordu.Romalıların ideali, dünyayı anlamak değil, düzenlemeye çalışmaktı.Romalıların bilimle ilk temasları Güney İtalya’da ve Sicilya’da yerleşmiş Yunan düşünürleri vasıtasıyla olmuştur.Yunan materyalistlerinden öğrendiklerine bir şey katmadıkları gibi, öğrendiklerini yayma yolunda da pek başarılı olamamışlardır. Bununla birlikte, her ne kadar önemli çalışmalara imza atmamış olsalar da, Lucretius,Pomponius Mela ve Pliny gibi Romalı bilim insanları da ortaya çıkmıştır.
 Ayrıca, Yunan filozofları hakkındaki bilgilerimizin çoğunu bazı Romalı yazarlara borçluyuz.
Roma Döneminde Bilimler ve Bilim Adamları
-Batlamyus
-Pappus
-Strabon
-Galenos

-Varro


SORULAR

1-)Mezopotamyada yaşamış medeniyetlerden günümüze,Mısırdan kalandan çok daha fazla yazılı belge kalmasının nedeni nedir?
   Bunun nedeni, Mısırlıların, yazılarını papirusler üzerine yazmış olmalarıdır. Papirusun ömrü ise ortalama 300 yıldır. Mezopotamyalılar ise yazı aracı olarak kil tabletleri kullanmışlardır. Pişirilen ya da güneşte iyice kurutulan bir kil tabletin ömrü, sonsuz denecek kadar uzundur.
2-)Antik Yunanda Pisagorcuların,evreni matematiğe indirgemesi sonucunda iki farklı yön ortaya çıkmıştır.Bunlar nelerdir?

1) Bugünkü anlamda matematiksel fizik çalışmasına girmektir, yani gözlem ve deney sonuçlarını yorumlarken ve genellerken matematiği kullanmaktır.
2) Matematiksel sezgiyi kendi başına yeterli görmek ve dünyayı anlamada gözlemleri önemsiz saymaktır.

3-)Helenistik dönem bilimleri ve bilim adamlarını yazınız.

 Matematik : Euklides – Apollonius
- Astronomi : Aristarkhos
- Fizik : Archimedes
- Coğrafya : Eratosthenes
- Biyoloji ve Tıp : Teofrastos – Herophilos – Erasistratos.
- Teknoloji : Ctesibios – Heron - Philon